11 Temmuz 2019 Perşembe


Bir insan ne kadar yaşar? Yahut yaşadıkları ne kadar yaşar?

Milyarlarcasını gördüm, milyonlarcasını hatırladım, yüz binlercesine güldüm, binlercesine ağladım, pek çok kez yıldım, paramparça olup yeniden doğdum, biraz gerçek oldum, bir parça sahte, kimine göre tanıdıktım, kimine göre yaren, ara sıra bencilliği tattım, sağ elimde vefayı tuttum, uykusuz gecelerim de oldu, deliksiz uyuduğum sabahlar da, kalp kırıklıklarım çoktu, affedişlerim Everest’i geçti, inançlarım da vardı biraz,  inanmaya çalıştıklarım da, söylemek istediğim yüzlerce sözüm oldu, unutup gittiklerim de, kalabalıklar içinde de boğuldum, yalnızlıktan çığlığı bastım sessizce, birkaç damla gözyaşı ardından sonsuz ağıtlar yaktım, bir ben oldum çoğunlukla, bazen başkasının zihninde ben, bazen istedikleri ben, bazense tiksindikleri, özünde koca bir hayal oldum, suya da düştüm elbet, sudan çıktım sandım, sanılmışların arasında bir mum yaktım, halay başı da oldum, alay başı da, en çok ben sevmedim elbet, kalpten sevdim çoğu kez, çok sert görünürdü bakışlarım, meymenetsizdi suratım, kalbimi göstereyim dedim, onu da beceremedim, aşkla aram iyi değildi, belki de hiç sevilmedim, vicdanıma sardım ruhumu, çiviler üstünde de yattım, kaz tüyü yataklarda da, en sevdiğim şarkının nakaratı oldum biraz, azıcık da fragman, kitaplara yazdım duygularımı, yırtıp attığım kitaplara, sırtımı döndüm negatifliğe, derken koca bir eksi oldum, alkolü tattım, boğazımı yaktı, sigara içtim, ciğerlerim yandı, karanlık bir gecede sahilde yürüdüm çok kez, yağmur altında da ıslandım, rüzgar eşliğinde de sallandım, güneşi de sevdim biraz, uzun yollar geçtim, ağaçlar arasında dinlendim, sütlü tatlılara bayıldım da şerbetlisini yiyemedim, kahveyi baş tacı yaptım, iki şekeri daima kattım, acıdan beslendin dediler, içime karnavallar kurdum, fırtınalı günde gökkuşağına taptım, havai fişeklere kandım, nerede konvoy görsem öylece baktım, kedileri sevemem sandım, hepsine aşık oldum, domates de ektim tarlaya, çiçek de ektim saksıya, uzun uzun konuşmalar da yaptım, saatlerce sürenleri dinledim, uğruna savaş verdiklerim de oldu, dayanamayıp vaz geçtiklerim de, dilim de tüyler bitti bazı hikayeler de, bazılarında da ben bitirdim belki de, depremi de gördüm, bir haftalık arkadaşlarımın battaniyeye sarılı bedenlerini de, siyasi yıkılışlar da vardı, kökten değişiklikler de, hiç ummadığım yerlere ummadığım zamanlarda da gittim, konserlere de eğlendim hatta muhteşem konserlerde, yüzlerce efsane film izledim, en çok da bir diziye bağlandım, duyduğum ezgilerin sayısı çoktu, arada bir çizdim çöp adamı, yağlı boya da yaptım, ebru sanatını da, biraz da keman çaldım, sesim kötüydü ama bağıra bağıra şarkı söyledim, yarışmalara da katıldım çekinmeden, onlarca kişi karşısında da konuştum, ödül de kazandığım oldu, imza dağıttığım da, İngilizce de öğrendim, azıcık Almanca ve İspanyolca, Anıtkabir’i de gördüm, ödümü patlatan denize de girdim, eğitim de aldım bol bol, bazen kendim eğittim, bazense ders almayı bile beceremedim, bol bol oyun oynadım, en çok Tropico’da iyi oldum, kendime ait evim de oldu, defalarca kez yurtsuz da kaldım, konuşmayı sevmezdim, konuşunca zehir saçtım, gözlerim de bozuldu biraz, bazen ben görmedim olayları, bitmek bilmeyen baş ağrılarım oldu, radyoaktif hapı yuttuğum da, refakatçi de oldum, rekabetçi de, yükseklikten çok korktum, uçağa binmeye bayılırdım, uzun yol otobüsünü pek çok kez durdum, spor da yaptım bazen, istikrarı sağlayamadım, yüzlerce güzel kahvaltı ettim, sarımsak yemem sanırdım, balığı bile sevdim, işlerde de çalıştım, azarımı da işittim, parasız da kaldım, olunca da harcadım, saçımı kısa kestirip kırmızıya boyadım, gözlerimin rengi başkaydı, fark edenler de oldu, etmeyenlere ben söyledim, milyonlarca kelime yazdım, kitap çıkardım, çocukken kesilmiş ağaçlarda zıpladım, mahalle maçı da yaptım, disipline de gittim, bir kez de olsa araba sürdüm, bisiklete bindim, çok geçmeden düştüm, gemiye bindim, kusmadan indim, Büyük Ada’yı da gördüm, Çeşme Kalesi’ne de çıktım, İstanbul’un ne kadar kalabalık olduğunu anladım, Şirince’ye de gittim, ODTÜ’de bulundum, yurtdışı hevesim olmadı, İrlanda’yı merak ettim, bir şehri çok sevdim, istenmeyen tüy misali geri püskürtüldüm, güçlü hedeflerim de vardı, hedefe varamayan mermilerle doldu, dünyalar tatlısı yeğenlerim de oldu, İllallah dediğim yaramazlıkları da çoktu, saçmaladığım anlarım vardı, ciddi takıldıklarım da, dedikodu yapmadım desem o da yalan olurdu, çok güzel doğum günlerim oldu, ağlayarak geçirdiklerim de, çeşitli hediyeler de aldım, hediye ettiklerim de vardı, süprizleri çok sevdim eğer neşeliyse, ölüm döşeğini de gördüm, ilahi adaleti de, adaletsizlerle doldu her yer, en adaletlisine güvendim, ayaklarım yere bastı, bazen havalara uçtum mutluluktan, öfkeden deliye döndüğüm anlar da oldu, elimden bir şey gelmediği zamanlar da, çok kez kızdım birilerine, aniden söndü öfkem, çok kez kızdırdım da birilerini, belki o öfke hiç geçmedi, hatalarım çoktu, hatanın kendisiydim galiba, kavga da ettim birkaç kez, öyle yumruk yumruğa değildi, yıllarca sürecek kahkahalar attım, okyanusları aşacak gözyaşlarım vardı, kaybettiklerim de oldu, kaybetmek zorunda kaldıklarım da, farkında olmadan dolu doluydu yaşadıklarım, efsane arkadaşlarım oldu, sonsuzluğa uzanan dostluklarım da, efsane anılarım, filmlere konu olacak hikayelerimiz de vardı, tanıdığıma memnun olduğum komşularım, hayatına dokunduğum insanlarla doldu derken o insanlar yok oldu, gerçek dostluğu da tattım, gerçek kardeşliği de, iyi bir evlat olayım dedim, koşullar elvermediğinde bir parça üzüldüm, çaresiz kaldım, çok kez kayboldum düşüncelerim içinde, asfalt değildi ama patika yollar da buldum, bazen de çamura saplandım, el de uzattım, uzatılan eli de tuttum, çok basit düşündüm aslında, karmaşık sonuçlarla boğuldum,  hayaller içinde yaşadım özellikle geceleri, cam kırıldı sandım öyle değilmiş, hayal kurmayı da bıraktım derken parça parça bölündü ruhum, ucundan tuttum umudun, azıcık kenarından, tek harf farkıyla yenildim gerçeklere, yabancı oldum kendime, aynalardakini tanımadım, heveslerim çürüdü bir bir, bedenime sıkıştı ruhum, anılara gömüldü mutluluğum, güldüm, sevindim, ağladım, üzüldüm, şaşırdım, kızdım, yoruldum, kırdım, kırıldım, sustum, bağırdım, dinledim, söyledim, gördüm, savaştım, kaçtım, yaralandım, yaraladım, boğuldum, yordum, hayal kırıklığı oldum, yetemedim, çabaladım,  yıldım, bıktım, küstüm, unutuldum, kanaat getirdim, düşündüm, düşündüm ve yine düşündüm, çözdüm bir şeyleri ve aniden tüm birikmişlerimle uyandım bu derin uykudan. Geçenlerde okuduğum bir söz vardı. İnsan yirmi beşinde ölür yetmişinde gömülür diye. İnsan hayal kurmayı bıraktığında ölür aslında. Zihnindeki dünya karardığında, yakacak mumu olmadığında yahut güneş doğmadığında. İşte o noktada kör olur insan, ruhunu kaybeder kalan et yığının çürümesini bekler yıllarca. Belki altmışında, belki yetmişinde, belki eceliyle, belki hastalıktan, belki bir arabanın altında, alevler arasında veya dipsiz okyanusta, belki bir hayvanın ağzında, bir keskin bıçağın yahut şırınganın ucunda, belki de isteyerek, üzülerek yada sevinerek.

7 Haziran 2017 Çarşamba

Tanrı'ya Mektup-1

Sevgili Tanrı’m,
Ben geldim kapına. Üzerimde eski bir gömlek, yırtık bir pantolon ve sökük bir çorapla. Doğarken çıplaktım evet. Şimdiyse dünyadan çaldığım birkaç parça kıyafetle çıkıyorum huzuruna. Biraz da yüküm var sırtımda. Altında ezildiğim, yok olduğum yüküm. Sevgili Tanrı’m. Neydi planların benimle ilgili? Var mıydı dünyada benim için de geniş bir yer yoksa bir toz taneciği gibi miydim senin için? Aklımda milyonlarca soru varken cevapların neye ait olduğunu bilemedim, affet. Bugün biraz dumanlı, biraz yasta, biraz da yoksulum. Dipteyim Tanrı’m. En dipte belki de. Sanıyorlar ki daha beter günlerim olacak ama bilmiyorlar. İçinde gezindiğim acıların, yaşadığım kayboluşun en beteri olduğunu. Boş bir odada duvarlarda yankılanan inlememin şiddetini yahut zamansız çığlıklarımı.
            Tanrı’m. Sevgili Tanrı’m. Beni gönderdiğin bu yerin daha güzel olacağını vaat etmedin biliyorum. Affet, saçma ve çocukça bir düşünceye kapıldım. Bir kelime öğrendim burada. İnsanlar adına “hayal” derken ben de hep kırıklıkları kaldı. Büyülü şeylerin olacağına inanarak yaşarken gerçekten ne olduğunu anladığımda bedenime saplanan bıçaklarla geldim. Burada insanlar çok garip. Ağızlarından dökülen sözcüklerin anlamları öylesine farklı ki… Doğruyu bulmaya çabalarken yüzlerce yanlış yola girdim. Çıkmaz sokaklar ahbabım oldu, bir de yalnızlıkta sığındığım senin düşüncen. Yeni şeyler de öğrenmedim de değil. Mutlu çocukların gülümsemelerindeki masumiyetin huzurunu gördüm bir bank köşesinde. Dans eden bir kadının güzelliğini seyrettim biraz, biraz da müzik dinledim eski bir radyodan. Melodisi neşeli, sözleri hüzünlü olanlardan. Yaratıcı insanlar tanıdım bazen. Bazense iyi insanlar ve bir dost edindim kendime Tanrı’m. Yarattığın en güzel canlı. Affet sana teşekkür etmeye gelemedim belki ama her gün düşündüm. Yeni bir şey tanıdım dostumla. Saf iyiliği yaratmadığını düşündüğüm anda düşüverdi kapıma. Gökyüzüne kaldırdım ve bir tebessüm patlattım sana. Görebildin mi?
            Sevgili Tanrı’m. Milyonlarca güzel anlarım burada. Bazen bir sokağın başında, bazen bir bahçe kapısında, bazen bir deniz kıyısında. Her şeye sahibim sandım bir anlığına da olsa. Sonra bir rüzgâr esti derinden, kara bir bulut geçti üzerimden ve toza karıştım aniden. Tadı kaçtı dünyanın ve ne olduğunu bilmeden tersine döndüm. Yaşlı ellerim titredi ve kızgın yağlar döküldü üzerimden. Bir başına kaldım yağmurun altında. Gökyüzüne baktım da sana ulaşamadım Tanrı’m. Bağıra bağıra adını söyledim bir dağın tepesinden sesimin çıkmadığını bilmeden. Yollara düştüm gece gündüz demeden. Çaldığım kapılar ne sana uzak ne de bana yakındı. Bir kayboluşun ortasında dımdızlak seyrettim şehri. Herkes için yaptığın planlara bakarken biraz hüzünlendim ama hiç isyan etmedim. Bana verdiklerini hep taşıdım cebimde ve her seferinde onlara sarıldım. Sonra dedim ki evet, herkes için bir plan vardı ama benimki çok başkaydı. Sevgili Tanrı’m. Beni çok güzel yarattın ama bir şey eksikti. Milyarca insanın arasına dilsiz yolladın beni. Ne ben anlatabildim derdimi, ne de onlar anlayabildi niyetimi. Öylece bir leke yapıştı görüntüme, sonra o leke büyüdü ve ruhuma değdi. Aynadaki görüntüm de değişmişti artık. O ilk yolladığın çocuk eskisi gibi değildi. Umudu kırılmış, dizleri soyulmuştu sürünmekten. Zamana direnemediği bedeni gibi solmuştu ruhu.
            Sevgili Tanrı’m. Ben geldim. Biraz ıslak, biraz küflü, biraz tükenmiş.  

6 Haziran 2017 Salı

Dünya

Mutlu musun dünya? Elimden aldıkların sana az gelecektir ama belki doyumsuz kahrın bir nebze olsun azalmıştır. Bakıyorum da bir elinde şarap diğerinde sigaranla caka satıyorsun sağa sola. Neden? Sana bel bağlayanları, yanına kıvrılanları bir yılan edasıyla sokarken sızlamıyor mu için? Kalbin var mı dünya? Bendekini paramparça ettiğine göre tek olmak istiyorsun, belli. Hüzünlerin ne demek olduğunu bilmediğin gibi hayal kırıklıklarından beslenirken hiç mi hazımsızlık yaşamıyor miden? Herkese kucak açacağını söylüyor, Deccal gibi göz boyuyorsun. Görüyorum dünya. Ne yapmaya çalıştığını görüyorum ama durduramıyorum. Çığlıklarım kayboluyor ıssız denizlerinde ve gözyaşlarım karışıyor birkaç damla yağmuruna. Sürünüyorum. Toprağının lekesi yapışıyor tenime; yıkıyorum geçmiyor dünya. Savruluyorum en küçük rüzgârınla ve direnemiyorum fırtınalarına. Bana sonsuzmuşsun gibi gelen güzelliğine kapılıyorum anlık ve yanılıyorum. Bir parça daha kırılıyor ruhum en ince yerinden de geri getiremiyorum dünya. Sen karanlık günlerimde şampanya patlatan zengin çocuk, bense bir parça ekmek için savaşan bir kimsesiz. Bak gördün mü? Ne kadar da ayrıyız senden! Ne kadar farklı savaşımız! Elimi tutacağına beni yerden yere vurmaya hiç mi sızlamıyor yüreğin? Yüreğin var mı dünya? Bendekini söküp aldığına göre saklamışsındır bir yerlere. Biliyorum. Ayrı tepelerden birbirimize bakarken kaçırıyorsun gözlerini benden. İçindeki sinsi yaratığa teslim ediyorsun. İçini yansıtıyorsun hemen. Karşındakileri siyaha boyarken ne temiz görünüyorsun. Savaşıyorum, direniyorum, susuyorum dünya. Sana karşı susuyorum. Ciğerim sökülürcesine, kalbim patlarcasına susuyorum. Pisliğin yüreğimi yakıyor. Hani böyle bir sıkıntı çöker ya öyle bir şey değil dünya. Bu o kadar basit değil. Ölmek istersin de ölemezsin ya; öyle de değil. Paramparça olmak, yok olmak istersin! Tek bir zerren kalmasın yeryüzünde ve hiç doğmamış olmayı dilerken kan kusarsın susmaktan. O suskun öylesine yakıcı öylesine delirticidir ki ne yöne kaçacağını bilemezsin. Avazın çıktığı kadar bağırsan da susuyorum sanırsın. Mutlu musun dünya benden aldıklarınla? Bak elimde bir parça anı, birkaç güzel şarkı, bir de hasretini çektiğim kokuyla oturuyorum bir köşede. 

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Bu bir çaresizlik öyküsüdür.


        
           Siz hiç aydınlık günde karanlığı yaşadınız mı? Ellerinizden kayıp giden hayatın çıkardığı kakofoni içinde ezildiniz mi? Ben etrafındakileri algılayacak, onlara hüzün duyup çaresizlik içinde dövünecek yaşta biriyim. Doğduğum günkü güneşi bir daha göremeyeceğim belki de. Renkler neden bu kadar solgun? Gökyüzü yalnız, tek bir yıldız bile göstermiyor yüzünü. Yediklerinizin tadı yok dilimde yada o muhteşem parfümlerinizin kokusu. Ben Tanrı’nın bu dünyaya fırlatıp attığı bir çocuğum. Görevim her şeyin farkında olup hiçbir şey yapamamak.

         Aslında çok sevmiştim dünyayı. Sonu gelmesin diye ilk gün gibi yaşamak istedim. Nefretlerimi unuturum sanmıştım biraz daha sevgi ektikçe üstüne. İnsanlar değişir, gün gelir kötülük kaybeder ve tüm güzel filmlerin sonu gerçek olur diye her sabah umutla açtım gözlerimi. İnandım tüm benliğimle. Bana inanmayanlara inat hem onlara hem de kendime. Sonsuz güvençlerim vardı, çekinmedim dağıtmaktan. Hiç düşünmedim kendmi. İsteklerim vardı hayallere döndürdüm. Belki biraz daha gülersiniz diye içime attım sıkıntılarımı. Bir denge kurarım sandım hayatımda. Herkesi mutlu edebileceğim, bencillik bu ya onların mutluluğuna sevinebileceğim bir denge. İzlediğim haberler değişir, kötü zihniyet buymuşçasına dünyayı bir insanlık sarardı. Gözü yaşlı insanlar mutluluktan ağlarken çocuklar dizlerindeki yaraya sızlanırdı. Şimdi ne yana baksam bir hüzün, bir gözyaşı, bir yalnızlık, bir umutsuzluk... Güneş benim tepelerimde çoktan batmış. Hayallere dönüştürecek bir isteğim de yoktu, yarını düşünecek sevincim de. Gittiğim yollar zevk vermiyor, daha dinlemediğim muhteşem şarkıları düşünmüyordum. Şekersiz çay gibi ama çayın tadı da yoktu. Ölüm ne garipti. Önce korkuyorsun kasırgaya kapılmışçasına, sonra savaşıyorsun ve sonrası... Tarifsiz bir huzur. Ve artık hiç olduğunun kanıtı birkaç imza sonrasında ortada. Hiç yaşamamışsın gibi, bu dünyanın çirkinliğine hiç şahit olmamışsın gibi.

         Aslında mutsuz değilim ve hiçbir zamanda olmadım. Kelimelere dökemediğim, henüz ismi konmamış duygularımı anlatırken bile ne kadar başarısız olduğumu kanıtlıyorum. Hayal kırıklıklarımı durdurmamın imkanı yok. İnançlarımı boşa çıkaran yüzlercesine gidip nefret kusamam ama belki de hatıralarda bir çöplük gibi yer bulabilirim. Evet, ben aptal, saf ve çaresiz biriyim. Dengeyi kurarım sanmıştım ama olmadı. Bu yüzden çok üzgünüm...

Yarını olmayan dostum Matthew’den...

8 Mart 2015 Pazar

8 Mart Dünya "EMEKÇİ" Kadınlar Günü

Dünya kadınlar günüymüş, peh! Kırmızı karanfillerle, davulla zurnayla, gösterilerle kutlamanın sebebini anlamak, kuantum fiziğini anlamaktan bile daha zor. Süslü elbiselerin ardına gizlenen karanlık geçmişten habersizce kutluyorlardı. Oysa gerçek yüz yirmi dokuz tane kadın işçinin acı içinde yanarak can vermesi değil miydi? Koca bir fabrikanın içine tıkılmış yüzlerce işçinin korkuyla çırpınışından habersizce kutluyorduk sekiz martı. Kimisi yirmilerinin çok başında, kimisinin bebeği daha beşiğindeydi. Süslü elbiseleri, altın kolyeleri yoktu. Hepsinin ten renkleri, gözleri, ses tonlarından yansıyan notaları birbirinden farklıydı ancak hepsinin ortak bir noktası vardı, hepsi ertesi güne uyanmak istemişti. Biraz daha iyi bir yaşam, biraz daha hak ettiklerini elde edebilme çabasıydı.
ABD'nin en afilli kentinden dumanlar yükselirken gökyüzüne, genizleri yakan yüz yirmi dokuz tane kadının et kokusuydu. Onlarca yıl havadaki kokuyu silse bile yüz yirmi dokuz tane kadının geri dönmesine imkan yoktu. Bu imkan öylesine sıradışıydı ki aradan geçen yıllar bu kaderi değiştirememişti. Kadın her zaman mahkumdu. Evde kocasına, işte patronuna, sokakta herhangi bir yabancıya. Kadın, özgür değil, kadın esirdi. Dilediğini yapmak için bir şeyleri çoktan kaybetmiş olmalıydı. Giydiği eteğin boyu namus demekti. Eğer gece dışarı çıkıp eğlenen bir tipse hele mutlaka fahişe olmalıydı. Erkeklerin arasında çalışıyorsa eğer mutlaka bir yamuğu, okuyorsa eğer yoldan çıkmış olmalıydı. Evine dönerken tecavüze uğrarsa da mutlaka bir hatası olmalıydı kadının. Hayallerin yahut azmin olmadığı bir dünyada yaşamak gerekirdi. Rahatça yaşayıp, ister sahada isterse masa başında çalışmak için devranın döneceği günü beklemekti kadın olmak.
Dünya kadınlar günüymüş! Bu hangi kadınların günü? Şuursuzca tecavüz edilen, delil kalmasın diye elleri kesilip, bidon dolusu benzinle yakılan kadınların mı? Akşam yemeği gecikti diye hunharca şiddet gören, ağzı burnu kan içinde kalan kadınların mı? İş yerlerinde zorla taciz edilen kadınların mı? Daha on üçünde kendinden kırk yaş büyük adamın koynuna sokulan küçük kadınların mı? Hangi kadınlar bunlar?

Dünya Kadınlar Günü kutlu olmasın. Kadınların yaşayabileceği bir dünya olsun da günü eksik kalsın.  

17 Ağustos 2014 Pazar

Bir 17 Ağustos Hikayesi



Ağustos'un çirkin çocuğu on yedisi...

Sıcak bir Ağustos gecesi, saat henüz fark edilmeyecek kadar önemsiz bir andı yankılanan seslere gözlerini açtığında küçük kız. Yaşı henüz sekiz, korkunun sadece gece anlatılan masallarda olduğuna inandığı bir dönemdi. Ölüm, komşuların başına gelen trajik ama etkileyici bir kavramken, ölüm sebebi için uzun yıllar yaşamak gerekir diye düşünürdü hep. Yattığı oda çoktan mutfak olup tüm geçmişi örtmüştü ancak hatıralara gem vurulamıyordu. Bir birine bakan iki yatağa sığdırılmış iki küçük bedendi gürültüye uyananlar. Önce şiddetli bir ses açtırdı gözleri, ardından sallanan yatak, sallanan duvarlar, sallanan dünya... Evden gelen seslerin ne olduğunu bilmiyordu. Karşı yatakta yatan oğlan çocuğuna seslendi "abi" diye. Abisi dedi yürekli bir sesle "efendim." Sesler çoğalıyor, duyduklarından daha fazlasına dönüşüyordu gecenin üçünde. "Bu sesler ne?" diye sordu küçük kız. Belli ki anlamamıştı ancak korkuyordu. Abisi güçlü, abisi yürekli, belki de her şeyin farkında... "Lambalar" dedi önce, "lambalar düşüyor." Durduk yere lamba düşmezdi diye düşündü kız ancak cevabı bilmiyordu, nedenini kestiremiyordu. Sormak istese de soramıyordu. Gürültü yoğun, sallantı bitse de yeniden hareketlenmeler devam ediyordu. "Korkuyorsan gel" diyebildi abisi küçük kızın. Kız kalktı, abi kalktı yattıkları yataktan. Hava sıcak, hava kasvetliydi. İnsanı ölüme yaklaştıran bir hava buram buram korku kokuyordu. Karanlığın ortasında buluştu iki çift minik eller. Öylece oturup geçmesini beklediler konuşmadan. Odalarının kapılarını bir süre açan olmadı. Bina tüm görkemiyle sallansa da yıkılmadı. Anne ve babasının dışarıda bir yerlerde onları fark edecekleri anı beklediler. Küçük kız korkmuyordu artık. Tuttuğu eller ona güç veriyor ve ömrünün sonuna kadar bırakmak istemiyordu. Biraz sonra bir adamın sesi duyuldu kapının ardından. Kapı eski, beyaz ve tahtadandı. Adam kapıyı zorluyor, kapı açılmıyor, adam bağırıyor, kapı açılmıyordu. Lanet olasıca bir ütü masası, uğraşılsa girmez kapı kolunun arasına... Kapının kolu bir işe yaramıyordu artık. Adamın sesi iki küçük çocuğun ismiyle çarpıyordu rengini hatırlamadığım duvarlara. Sonrası tamamen karanlık bir an, kapı açıldı aniden. Önde küçük kız arkada abisi devrilen vitrinin camlarına basarak çıktılar demir kapıdan. Camlar ayağını kesmedi küçük kızın. Anlık bir düşünceyle öldüğünü sandı çünkü bu cam kırıklarıydı. Cam kırığı dediğin insanı keser, canını acıtır, yarayı kanatırdı ancak hiçbiri olmadı. Diz kapağının hemen altını çarptı vitrinin kırılmış tahtasına. İşte o an bir acı hissetti bedeninde. Acı bedeninden çıkıp hatıralarına kazındı. Sokağa çıkmak belki de daha acı verici olacaktı. İnsanların çaresiz çığlıkları göz yaşlarına, göz yaşları yitip gidenlere dönüşüyordu. Sesler çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyordu. Belki bir gün durur, belki bir gün silinir gider diye bekliyordu küçük kız. Ancak hatıralar namussuz bir düzenbaz gibi gitmemeye yemin etmişti. Oysa o gün giden binlercesinin ne de çok yemini, ne de çok hayali vardı gerçekleşsin diye. Belki de gülen gözleri vardı ertesi gün uyanırım diye...


Küçük kız hiç unutmadı Ağustos'un çirkin çocuğu on yedisini. Aklının bir köşesinde saklandı tüm hatıralar, tüm yaşanılanlar... Gördüğü her bir görüntüydü belki de onu böylesine çaresiz kılan. Kimseye sesine duyuramayan onlarca insandı beynine saplanan. Fotoğraflarda kalan Gönül'leri, Zeynep'leri, Ersin'leri, Zinnet'leri, Mustafa'ları ve daha bir çoğunu unutmamıştı, unutumazdı...  

11 Ağustos 2014 Pazartesi

"Ölümsüz Sevgili"



Beethoven'ın kavuşamadığı ölümsüz sevgilisi gibi...

Önünde duran boş bardaklara baktı kadın. İçinde unutamadığı anılarla örülmüş, biraz katılaşmış, biraz kendinden geçmiş, biraz da umutsuz... Hüzünler bir gözyaşı kadar umursamazca dökülüyordu gözlerinden. Kalbinde bir kırgınlık yoktu hiçbir zaman. Sevgiliye duyulan bir özlem iliklerinden daha derine doğru, daha dibe, belki de ruhuna doğru. Doğru ve yanlışları yoktu önünde. Doğrusu yoktu çünkü bunun, olamazdı. Başını geriye doğru attı eski sandalyesinden. Bir dilek diledi belki bir yıldız kayar da olur diye... Söylemek isteyip de söyleyemediği cümleler aslında hiç yoktu. Aslında hiç olmamış bir yanılsamaydı kelimeleri. O artık yoktu, belki de hiç olmamıştı. Düşünceleri dağınık bir çöplük, düşünceleri kimsesiz küçük bir çocuk gibi ağlıyordu kaldırım köşelerinde. Neydi derdi, neydi onu böylesine bitiren? Harfler bir araya gelip de tercüman olmak ister miydi derdine? Belki konuşsa, otursa karşısına da anlatsa ruhunu, açsa kalbinin en kokuşmuş köşelerini, seçseler birlikte tozlanmamış karanfilleri, gülleri atsalar kenara ki "ölümsüz sevgili" sevmez gülleri. Gözyaşlarını sildi genç kadın. Masada duran eski defteri aldı. Ne zamandır tutmadığı bir günlük gibi yazdı, yazacağını düşündü. Beyni adeta bir ketum gibi küsmüştü ona. Önce biraz durdu. Aklının içinde koşturan kelimeleri bir araya toparlamaya çalıştı. Bu belki de günlerini alacaktı. Bir şey lazımdı ona. Bir ışık, bir ses, bir nefes, bir ilham. Yeniden buğulanan gözlerini silmeye kalkışmadı bile. Başını kaldırdı usulca. Önünde duran sandalyeye baktı. İşte ilham oradaydı. Sandalyenin üzerine oturmuş, süzülüyor... Elinde sigarası, önce gülümsüyor yavaştan, başını sallıyor sağa doğru, derken dudakları kapanıyor hınzır bir çocuk edasıyla, yanağında beliriyor gamzesi ve yanaklarının tepesinde beliriyor kızarıklar... Kadın siluete baktı. Bir kez dokunabilmenin, bir kez daha koklayabilmenin özlemini duydu herbir hücresinde. Eline aldı kalemi, belki de son kez görüyordu "ölümsüz sevgili". Belki de tamamen gitmişti hayatından, düşünmedi.

Ölümsüz Sevgiliye,

İnsanın en büyük hatası nedir "ölümsüz sevgili"? Dünya, bizi içine hapseden bir kutu sanırdım seni tanımadan önce. Kaçış yolu ölüm derler ama ruh ölmez, ruh kaçamaz, ruh susamaz, ruh konuşamaz. Ruhum artık hissetmiyor dünyayı, hissetmek istemiyor belki de. İnsan yaşadığı onca güzel anıdan sonra gülemiyor hayata. Anıları yeniden yaşamak için kapatıyorum gözlerimi, derin bir nefes alıyorum önce, yok olmuyor yine. Seni görüyorum bana gülümserken en yeşil halinle, elimi atıyorum sol tarafıma, kalbim çok hızlı çarparken gittiğin aklıma geliyor, bir ok saplanıyor ne beynime ne de kalbime... Tam ruhuma. O kaçamıyor çaresizlikten, o kaçamıyor yokluğundan bir türlü. Nereye gitse her yerde senin yokluğun. Her şarkıda, her yemekte, her gündüzde, her gecede... Bilseydim zaman bu kadar kısıtlı, her şey böylesine hızla tükenecek; ağzımdan düşürmezdim seni sevdiğimi anlatan kelimeleri. Belki gidişin daha yavaş olur ama bilirim ki acısı değişmez. Şimdi ben bu hayatın neresinde kaldım da kimliğim bir "hiçe" dönüştü diye sormuyorum. Yaptığım hatanın ne olduğunu fark ettim. Susuyorum, söyleyecek bir kelimem bile yok çünkü biliyorum hiçbir şey değişmeyecek. Şimdi aklın ve mantığın kabul etmeyecek belki ama sadece bil "ölümsüz sevgili". Hayatımda ilk kez biri için varlığımdan vaz geçmeyi göze aldım. Belki de tüm tabuları yıkıp geçerken hiç olmaz dediklerimi düşünmedim. Yerin, bende sahip olduğun yerin tüm benliğimde baş köşede. Gözünden düşen bir damla gözyaşını keşke tutabilsem, öpüp koklayabilsem şimdi. Keşke zamanı biraz geriye sarıp kendime bir tokat patlatabilsem, düşünmeyen beynime defalarca kez vurup, düşün! Diye bağırabilsem... Keşkelerim olmasa keşke... Küçükken hayalini kurduğum hiçbir şeyi istemiyorum artık. Anladım ki insan maneviyata ihtiyaç duyarmış, insan huzuru bulduğu kokuya ihtiyaç duyarmış... Şimdi senin parfümün belki de her yerde, hiçbiri senin gibi kokmuyor... Anladım ki insan senin yokluğuna dayanmıyor. Şimdi ben de herkes gibiyim. Herkesten biraz fazla belki de. Biraz daha fazla nefret ve öfke duygusuyla adım yankılanıyor dudaklarının arasından. Belki de ağzına bile almak istemiyorsun artık o adı.
"Ölümsüz sevgili", insanın en büyük hatası nedir ben de bilmiyorum ama benim hatamı biliyorum. Bunu her gün bileceğim. Yazdığım her bir kelime bu hatayla lanetlenecek ve ben o kedileriyle yaşayan yaşlı bir teyze bile olmayacağım artık. Onların hepsi seninleyken güzel. Her yıldız kaymasında ne dileyeceğim diye kafam karışmayacak artık. Tek bir dileğim var. Bu aralar daha fazla dua ediyorum, nedendir bilinmez kabul olmuyorlar. Daha neler yazmak isterim aslında satırlar arasına. Ama olmuyor işte dile gelmiyor. Söz konusu sen olunca nutkum tutuluyor, boğazım düğümleniyor, sol yanım acıyor. Keşke her şeye en başından başlama şansım olsa... Keşke bunlar bir kabusun parçası olsa da adını sayıkladığım her an beni uyandırman için bir çığlık olsa... Oysa çığlık atabilseydim eğer onun bile kafası karışık çıkardı. Biliyorum, bu cevapsız bir mektup olacak... Belki de buruşturulup çöpe atılacak yahut kimse okumayacak, sen okumayacaksın, cümleler manasız, kelimeler boş olacak. Ve benim içinse her gün ayın dokuzu olacak, senin de dediğin gibi...


Kağıdı ve kalemi bıraktı olduğu yere genç kadın. Bir süre öylece baktı boşluğa. Boşluk hiç dolmadı. Biliyordu artık dolmayacaktı da. Son bir şans dilemedi artık. Hakkı yoktu buna. Aslında hiçbir şeye hakkı yoktu, ölmeye bile...