1 Ekim 2013 Salı

Yalnızlığın Çaresini Bulmuşlar...

Kayıp bir günün kayıp kızı odasına uzanan ışığın acısıyla açtı gözlerini. Bohem bir evin bohem ruhuyla kalkarken yataktan anın ne getirmeyeceğini biliyordu. Akşamdan kalma kahvesinden bir yudum aldı ve loş ışıklı odasına baktı. Kimse yoktu. Kimse de olmamıştı. Belki de olmayacaktı diye düşündü içindeki buhranı bastırmak istercesine. Belki de kimse fısıldamayacaktı kulağına nefesini hissettirircesine, belki kimse almayacaktı son kalan pastasını, belki kimse içmeyecekti tek çöp sigarasını. Hüzün dolu gözlerle süzdüğü odanın kasveti daraltıyordu ruhunu. Gün daha yeni başlarken gökyüzünde ömür bitsin tükensin istiyordu. Katmer katmer dökülen acıları sona ersin, varsın Tanrı yaksın bedenini istiyordu. Boş bulduğu bir sigara paketini eline alıp salladı rastgele bir yerlere. Eğilip alan kimse olmadı. Dağınıklığı öylesine boğucuydu ki oracıkta ölse cansız bedeni bunalır, ruhu terk-i diyar ederdi âlemi. Kendini bir koltuğa bıraktı genç kız. Koltuk eski, kenarları yırtık, tahtası gıcırtılı, rengi kırmızıydı. Ne de sevmezdi kırmızı rengini! Oysa her şeyi kırmızıydı genç kızın. Giydiği elbisesinden taktığı tokalara kadar… Ayaklarını uzattı sehpaya doğru. Sehpa önce geriye doğru kaçmak istedi. Haline acımış olsa gerek daha fazla ilerlemedi. Dertlerin bir kısmını yüklendi. Yalnızlığın mesken tuttuğu evde hüzünle kapattı gözlerini. Aniden bir ses duydu genç kız. Bir kuş sesi kadar huzur verici, kapı zili kadar sinir bozucuydu. Yine de heyecanlı bir filmin sahnesi gibiydi. Sesi tekrar duydu ve gözlerinde beliren ışığa yöneldi. Işık yoktu. Ses yoktu. Ses derinlerden geliyor, beynin en gizli karanlık köşesinden ıslık çalıyordu. Öylece oturduğu koltuktan bilmem kaç saatini öldürdükten sonra kimsenin kullanmadığı, kimsenin girmediği, kimsenin çeşmesini açmadığı banyoya gitti. Yüzüne dokundu aynada gördüğü, yağlanmış saçlarını elledi. Yaşı belki yirmi üç, belki yirmi beşti ancak görüntüsü yetmişine merdiven dayamıştı. Ruhu desen çoktan hesap vereceği gün için uykuya dalmıştı. Çok kırılmıştı genç kız. Yiten zamana, giden dostlara kırılmıştı. Belki de onu bırakmayan yalnızlığına kırılmıştı. Onu anlamayan zihniyetlere, düşüncelerine saygı göstermeyenlere kırılmıştı. Doğruyu yanlıştan ayıramayan, yanlışa sine çeken, ezilene göğüs gerip de haklıyı linç edenlere kırılmıştı. Geceleri rüyasına girmeyen aksakallı dedenin ona söylemediği sözlere kırılmıştı. Satın almak isteyip de sırf parası yok diye alamadığı elbiselerin güzelliğine kırılmıştı. İki kelime etme umuduyla sokağa çıkıp sessiz gözyaşlarıyla eve dönüşüne kırılmıştı. Kırılmıştı işte genç kız. Ağır aksak çıkarken banyoda, evin sessizliğine kırılmıştı. Kimsenin girip, kimsenin görüp de selam vermemesine… Belki birine, belki de hepsine…

Gün acımasızdı, geceye uzandı. Güneşini alıp kaçtı, karanlıkla baş başa bıraktı. O yine de kalkmadı kırmızı koltuğundan. Belki biri gelir, elini tutar, gözlerinin içine bakar diye bekledi. Aradığı bir aşk değil, aşktan fazlasıydı. Sevgiye ihtiyacı vardı genç kızın, biraz da saygıya. Övgüye ihtiyacı vardı genç kızın, biraz da cesarete. Mutluluğa ihtiyacı vardı genç kızın, biraz daha mutluluğa… Yetersiz kalıyordu hayat elleri arasındaki. Aldığı nefes tatmin etmezken gördüğü görüntüler içini acıtıyordu. On yıl önceki olaylara ağlayacak kadar zayıf, anı yaşayamayacak acizdi. Kırılgandı ne de olsa. Olmadığı, olamadığı insan için yargılanamazdı belki de. İhtiyacı olan sevgiydi. Aşk değil. İhtiyacı olan yalnızlığın çaresiydi. Gözü kör olasıca yalnızlık! Nasıl da yakardı insanın içini. Bir kez düştün mü pençesine sana dört elle sarılır denizanası misali bırakmazdı bedenini. O da yetmezmiş gibi çalıverirdi ruhunu senden. Ruhun olurdu bir avare, geriye ne sen kalırdın, ne o, ne de bir başkası… Yalnızlık tuttu mu elinden bir kez yayılıverirdi benliğine, kişiliğin bir anda o olurken anlamazdın neye dönüştüğüne. Yalnızlık başkaldırdı mı bir kez aynalar bile sana küserdi. Gökyüzü sana küserdi ve yıldızlar… Yıldızlar hiç parlamazdı hayatında… 

1 yorum:

Adsız dedi ki...

bu kadar güzel bir betimleme olamaz çok başarılı .