Kayıp bir günün kayıp kızı odasına uzanan ışığın acısıyla
açtı gözlerini. Bohem bir evin bohem ruhuyla kalkarken yataktan anın ne
getirmeyeceğini biliyordu. Akşamdan kalma kahvesinden bir yudum aldı ve loş
ışıklı odasına baktı. Kimse yoktu. Kimse de olmamıştı. Belki de olmayacaktı
diye düşündü içindeki buhranı bastırmak istercesine. Belki de kimse
fısıldamayacaktı kulağına nefesini hissettirircesine, belki kimse almayacaktı
son kalan pastasını, belki kimse içmeyecekti tek çöp sigarasını. Hüzün dolu gözlerle
süzdüğü odanın kasveti daraltıyordu ruhunu. Gün daha yeni başlarken gökyüzünde
ömür bitsin tükensin istiyordu. Katmer katmer dökülen acıları sona ersin,
varsın Tanrı yaksın bedenini istiyordu. Boş bulduğu bir sigara paketini eline
alıp salladı rastgele bir yerlere. Eğilip alan kimse olmadı. Dağınıklığı öylesine
boğucuydu ki oracıkta ölse cansız bedeni bunalır, ruhu terk-i diyar ederdi âlemi.
Kendini bir koltuğa bıraktı genç kız. Koltuk eski, kenarları yırtık, tahtası
gıcırtılı, rengi kırmızıydı. Ne de sevmezdi kırmızı rengini! Oysa her şeyi
kırmızıydı genç kızın. Giydiği elbisesinden taktığı tokalara kadar… Ayaklarını
uzattı sehpaya doğru. Sehpa önce geriye doğru kaçmak istedi. Haline acımış olsa
gerek daha fazla ilerlemedi. Dertlerin bir kısmını yüklendi. Yalnızlığın mesken
tuttuğu evde hüzünle kapattı gözlerini. Aniden bir ses duydu genç kız. Bir kuş
sesi kadar huzur verici, kapı zili kadar sinir bozucuydu. Yine de heyecanlı bir
filmin sahnesi gibiydi. Sesi tekrar duydu ve gözlerinde beliren ışığa yöneldi. Işık
yoktu. Ses yoktu. Ses derinlerden geliyor, beynin en gizli karanlık köşesinden
ıslık çalıyordu. Öylece oturduğu koltuktan bilmem kaç saatini öldürdükten sonra
kimsenin kullanmadığı, kimsenin girmediği, kimsenin çeşmesini açmadığı banyoya
gitti. Yüzüne dokundu aynada gördüğü, yağlanmış saçlarını elledi. Yaşı belki
yirmi üç, belki yirmi beşti ancak görüntüsü yetmişine merdiven dayamıştı. Ruhu desen
çoktan hesap vereceği gün için uykuya dalmıştı. Çok kırılmıştı genç kız. Yiten zamana,
giden dostlara kırılmıştı. Belki de onu bırakmayan yalnızlığına kırılmıştı. Onu
anlamayan zihniyetlere, düşüncelerine saygı göstermeyenlere kırılmıştı. Doğruyu
yanlıştan ayıramayan, yanlışa sine çeken, ezilene göğüs gerip de haklıyı linç
edenlere kırılmıştı. Geceleri rüyasına girmeyen aksakallı dedenin ona
söylemediği sözlere kırılmıştı. Satın almak isteyip de sırf parası yok diye
alamadığı elbiselerin güzelliğine kırılmıştı. İki kelime etme umuduyla sokağa
çıkıp sessiz gözyaşlarıyla eve dönüşüne kırılmıştı. Kırılmıştı işte genç kız. Ağır
aksak çıkarken banyoda, evin sessizliğine kırılmıştı. Kimsenin girip, kimsenin
görüp de selam vermemesine… Belki birine, belki de hepsine…
Gün acımasızdı, geceye uzandı. Güneşini alıp kaçtı,
karanlıkla baş başa bıraktı. O yine de kalkmadı kırmızı koltuğundan. Belki biri
gelir, elini tutar, gözlerinin içine bakar diye bekledi. Aradığı bir aşk değil,
aşktan fazlasıydı. Sevgiye ihtiyacı vardı genç kızın, biraz da saygıya. Övgüye ihtiyacı
vardı genç kızın, biraz da cesarete. Mutluluğa ihtiyacı vardı genç kızın, biraz
daha mutluluğa… Yetersiz kalıyordu hayat elleri arasındaki. Aldığı nefes tatmin
etmezken gördüğü görüntüler içini acıtıyordu. On yıl önceki olaylara ağlayacak
kadar zayıf, anı yaşayamayacak acizdi. Kırılgandı ne de olsa. Olmadığı,
olamadığı insan için yargılanamazdı belki de. İhtiyacı olan sevgiydi. Aşk değil.
İhtiyacı olan yalnızlığın çaresiydi. Gözü kör olasıca yalnızlık! Nasıl da
yakardı insanın içini. Bir kez düştün mü pençesine sana dört elle sarılır denizanası
misali bırakmazdı bedenini. O da yetmezmiş gibi çalıverirdi ruhunu senden. Ruhun
olurdu bir avare, geriye ne sen kalırdın, ne o, ne de bir başkası… Yalnızlık
tuttu mu elinden bir kez yayılıverirdi benliğine, kişiliğin bir anda o olurken
anlamazdın neye dönüştüğüne. Yalnızlık başkaldırdı mı bir kez aynalar bile sana
küserdi. Gökyüzü sana küserdi ve yıldızlar… Yıldızlar hiç parlamazdı hayatında…
1 yorum:
bu kadar güzel bir betimleme olamaz çok başarılı .
Yorum Gönder