Ağustos'un çirkin
çocuğu on yedisi...
Sıcak bir Ağustos gecesi,
saat henüz fark edilmeyecek kadar önemsiz bir andı yankılanan
seslere gözlerini açtığında küçük kız. Yaşı henüz sekiz,
korkunun sadece gece anlatılan masallarda olduğuna inandığı bir
dönemdi. Ölüm, komşuların başına gelen trajik ama etkileyici
bir kavramken, ölüm sebebi için uzun yıllar yaşamak gerekir diye
düşünürdü hep. Yattığı oda çoktan mutfak olup tüm geçmişi
örtmüştü ancak hatıralara gem vurulamıyordu. Bir birine bakan
iki yatağa sığdırılmış iki küçük bedendi gürültüye
uyananlar. Önce şiddetli bir ses açtırdı gözleri, ardından
sallanan yatak, sallanan duvarlar, sallanan dünya... Evden gelen
seslerin ne olduğunu bilmiyordu. Karşı yatakta yatan oğlan
çocuğuna seslendi "abi" diye. Abisi dedi yürekli bir
sesle "efendim." Sesler çoğalıyor, duyduklarından daha
fazlasına dönüşüyordu gecenin üçünde. "Bu sesler ne?"
diye sordu küçük kız. Belli ki anlamamıştı ancak korkuyordu.
Abisi güçlü, abisi yürekli, belki de her şeyin farkında...
"Lambalar" dedi önce, "lambalar düşüyor."
Durduk yere lamba düşmezdi diye düşündü kız ancak cevabı
bilmiyordu, nedenini kestiremiyordu. Sormak istese de soramıyordu.
Gürültü yoğun, sallantı bitse de yeniden hareketlenmeler devam
ediyordu. "Korkuyorsan gel" diyebildi abisi küçük kızın.
Kız kalktı, abi kalktı yattıkları yataktan. Hava sıcak, hava
kasvetliydi. İnsanı ölüme yaklaştıran bir hava buram buram
korku kokuyordu. Karanlığın ortasında buluştu iki çift minik
eller. Öylece oturup geçmesini beklediler konuşmadan. Odalarının
kapılarını bir süre açan olmadı. Bina tüm görkemiyle sallansa
da yıkılmadı. Anne ve babasının dışarıda bir yerlerde onları
fark edecekleri anı beklediler. Küçük kız korkmuyordu artık.
Tuttuğu eller ona güç veriyor ve ömrünün sonuna kadar bırakmak
istemiyordu. Biraz sonra bir adamın sesi duyuldu kapının ardından.
Kapı eski, beyaz ve tahtadandı. Adam kapıyı zorluyor, kapı
açılmıyor, adam bağırıyor, kapı açılmıyordu. Lanet olasıca
bir ütü masası, uğraşılsa girmez kapı kolunun arasına...
Kapının kolu bir işe yaramıyordu artık. Adamın sesi iki küçük
çocuğun ismiyle çarpıyordu rengini hatırlamadığım duvarlara.
Sonrası tamamen karanlık bir an, kapı açıldı aniden. Önde
küçük kız arkada abisi devrilen vitrinin camlarına basarak
çıktılar demir kapıdan. Camlar ayağını kesmedi küçük kızın.
Anlık bir düşünceyle öldüğünü sandı çünkü bu cam
kırıklarıydı. Cam kırığı dediğin insanı keser, canını
acıtır, yarayı kanatırdı ancak hiçbiri olmadı. Diz kapağının
hemen altını çarptı vitrinin kırılmış tahtasına. İşte o an
bir acı hissetti bedeninde. Acı bedeninden çıkıp hatıralarına
kazındı. Sokağa çıkmak belki de daha acı verici olacaktı.
İnsanların çaresiz çığlıkları göz yaşlarına, göz yaşları
yitip gidenlere dönüşüyordu. Sesler çoğalıyor, çoğalıyor,
çoğalıyordu. Belki bir gün durur, belki bir gün silinir gider
diye bekliyordu küçük kız. Ancak hatıralar namussuz bir düzenbaz
gibi gitmemeye yemin etmişti. Oysa o gün giden binlercesinin ne de
çok yemini, ne de çok hayali vardı gerçekleşsin diye. Belki de
gülen gözleri vardı ertesi gün uyanırım diye...
Küçük kız hiç unutmadı
Ağustos'un çirkin çocuğu on yedisini. Aklının bir köşesinde
saklandı tüm hatıralar, tüm yaşanılanlar... Gördüğü her bir
görüntüydü belki de onu böylesine çaresiz kılan. Kimseye
sesine duyuramayan onlarca insandı beynine saplanan. Fotoğraflarda
kalan Gönül'leri, Zeynep'leri, Ersin'leri, Zinnet'leri,
Mustafa'ları ve daha bir çoğunu unutmamıştı, unutumazdı...
1 yorum:
Yorum Gönder