Parlayan bir yıldızda görmüştüm onun yüzünü. Gözleri ve
gülümseyişi dünyanın merkezini oluşturuyordu benim için. Altın sarısı saçlar,
yeşil gözler eskiden pek de hoşuma gitmezdi onu tanıyana kadar. Her gün izledim
önümden geçip öylece gidişini. Duruşunda bir asalet, yürüyüşünde yaşanmışlığın
verdiği bir oturaklık vardı. Gittiği yol vazgeçilmez bir hedefti sanki. Bir kez
bile başını çevirip bakmamıştı bana. Bir kez bile görememiştim o güzel
gülümseyişini gözlerimin içine bakarken. Bir kez bile inememiştim gözlerinde ki
derinliğe. Sanki inersem boğulacak belki de kaybolacaktım. Her gece onu hayal
edip uyuyor, ertesi günü iple çekiyordum. Daha sesinin rengini bile bilmiyordum
oysaki. Neydi ona böylesine bağlanma sebebim? Aşk dediğiniz bu muydu yoksa? Tanımadan
hissedilen, dokunmadan bile özlenilen… Aşk dediğiniz bu muydu yoksa? Başlarda çarpan
kalple birlikte bulanmaya başlayan mide miydi? Ya da ellerin ayakların aniden
terlemesi ve dünyada tek bir insanı algılama mıydı? Aşk dediğiniz şey biyolojik
bir sistem, değişen vücut hareketleri miydi? Neydi tanrım bu hissettiklerim? Her
gün görmek istiyor, görsem de konuşamayacağımı biliyordum oysaki. Sadece görmek
istiyordum işte. Nereye gittiğini bilmesem de görmek istiyordum. Kelimelerim yetersiz
kalıyordu aşkı tarif etmeye. Benim için aşk görmekti sanki. Başka bir anlamı
olmayan dipsiz bir kuyudan uzaktı işte. O yüklediğiniz derin anlamları yoktu
aşkın bende. Sadece görüp hissediyordum daha ne olduklarını bilmediğim
duyguları…
Parlayan bir yıldızda görmüştüm onun yüzünü. Umursamazlığı ve
kendiyle bir başınaydı. Her gün önümden geçerken bakmıyordu bana. Bilmiyordu benim
varlığımı. Yine de yetiyordu bana onun varlığı. O bilmese de onu izlemek
aşkların en güzeliydi. Oysa ben daha bilmiyordum aşk dediğinizin ne olduğunu. Midem
bulanıyor, kalbim çarpıyordu işte. Aşk dediğiniz şey bu muydu? Gidip konuş
deseler konuşamazdım. Gelip konuşsa cevap bile veremezdim. Aşk dediğiniz şey
dilsizlik miydi, korkaklık mı? Aklım karman çorman oluyor ve çıkmaza giriyordum.
Karar vermiştim bir gece öncesinden. Artık gidip konuşacaktım. O biyolojik
çatışmayı yenecek, düşüncelerime gem vuracaktım. Her sabah ki yerimde bekledim.
Onun geçtiği saate doğru koşan saniyelerden korkmadım bu sefer. Biraz sonra virajdan dönecek ve geçecekti karşımdan… Yine
beni görmeyerek ve bilmeyerek… Bu sefer dur diyecektim ona. Dur! Konuşmamız lazım
diyecektim ve anlatacaktım ona gülüşünü. Anlatacaktım ona gözlerine hasret
kalmayı… Ancak olmadı. O geçmedi… O gün, o saatte oradan geçmedi. Ertesi gün
bekledim; yine geçmedi. Ve sonraki gün, sonraki gün ve sonraki gün. Derken günler
günleri geçti, o geçmedi. Ve bir daha da hiç geçmedi oradan. Günler ayları,
aylar yılları getirdi de bir onu getiremedi bana. Şimdi elli bir yaşında bir
babaanneyim… Evim ise onun geçtiği yolun karşısında… Her sabah aynı saatte onun
geçmesini bekliyorum… Ancak o yine geçmiyor… Aşk dediğiniz şeyi de öğrenmiş
oldum bu arada… Aşk sadece beklemekmiş. O’nun hiçbir zaman gelmeyeceğini
bilerek beklemek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder