16 Temmuz 2012 Pazartesi

Aşk Dediğiniz Şey...?


Parlayan bir yıldızda görmüştüm onun yüzünü. Gözleri ve gülümseyişi dünyanın merkezini oluşturuyordu benim için. Altın sarısı saçlar, yeşil gözler eskiden pek de hoşuma gitmezdi onu tanıyana kadar. Her gün izledim önümden geçip öylece gidişini. Duruşunda bir asalet, yürüyüşünde yaşanmışlığın verdiği bir oturaklık vardı. Gittiği yol vazgeçilmez bir hedefti sanki. Bir kez bile başını çevirip bakmamıştı bana. Bir kez bile görememiştim o güzel gülümseyişini gözlerimin içine bakarken. Bir kez bile inememiştim gözlerinde ki derinliğe. Sanki inersem boğulacak belki de kaybolacaktım. Her gece onu hayal edip uyuyor, ertesi günü iple çekiyordum. Daha sesinin rengini bile bilmiyordum oysaki. Neydi ona böylesine bağlanma sebebim? Aşk dediğiniz bu muydu yoksa? Tanımadan hissedilen, dokunmadan bile özlenilen… Aşk dediğiniz bu muydu yoksa? Başlarda çarpan kalple birlikte bulanmaya başlayan mide miydi? Ya da ellerin ayakların aniden terlemesi ve dünyada tek bir insanı algılama mıydı? Aşk dediğiniz şey biyolojik bir sistem, değişen vücut hareketleri miydi? Neydi tanrım bu hissettiklerim? Her gün görmek istiyor, görsem de konuşamayacağımı biliyordum oysaki. Sadece görmek istiyordum işte. Nereye gittiğini bilmesem de görmek istiyordum. Kelimelerim yetersiz kalıyordu aşkı tarif etmeye. Benim için aşk görmekti sanki. Başka bir anlamı olmayan dipsiz bir kuyudan uzaktı işte. O yüklediğiniz derin anlamları yoktu aşkın bende. Sadece görüp hissediyordum daha ne olduklarını bilmediğim duyguları…
Parlayan bir yıldızda görmüştüm onun yüzünü. Umursamazlığı ve kendiyle bir başınaydı. Her gün önümden geçerken bakmıyordu bana. Bilmiyordu benim varlığımı. Yine de yetiyordu bana onun varlığı. O bilmese de onu izlemek aşkların en güzeliydi. Oysa ben daha bilmiyordum aşk dediğinizin ne olduğunu. Midem bulanıyor, kalbim çarpıyordu işte. Aşk dediğiniz şey bu muydu? Gidip konuş deseler konuşamazdım. Gelip konuşsa cevap bile veremezdim. Aşk dediğiniz şey dilsizlik miydi, korkaklık mı? Aklım karman çorman oluyor ve çıkmaza giriyordum. Karar vermiştim bir gece öncesinden. Artık gidip konuşacaktım. O biyolojik çatışmayı yenecek, düşüncelerime gem vuracaktım. Her sabah ki yerimde bekledim. Onun geçtiği saate doğru koşan saniyelerden korkmadım bu sefer. Biraz sonra  virajdan dönecek ve geçecekti karşımdan… Yine beni görmeyerek ve bilmeyerek… Bu sefer dur diyecektim ona. Dur! Konuşmamız lazım diyecektim ve anlatacaktım ona gülüşünü. Anlatacaktım ona gözlerine hasret kalmayı… Ancak olmadı. O geçmedi… O gün, o saatte oradan geçmedi. Ertesi gün bekledim; yine geçmedi. Ve sonraki gün, sonraki gün ve sonraki gün. Derken günler günleri geçti, o geçmedi. Ve bir daha da hiç geçmedi oradan. Günler ayları, aylar yılları getirdi de bir onu getiremedi bana. Şimdi elli bir yaşında bir babaanneyim… Evim ise onun geçtiği yolun karşısında… Her sabah aynı saatte onun geçmesini bekliyorum… Ancak o yine geçmiyor… Aşk dediğiniz şeyi de öğrenmiş oldum bu arada… Aşk sadece beklemekmiş. O’nun hiçbir zaman gelmeyeceğini bilerek beklemek…



Hiç yorum yok: