Üzerine sinmiş yaz yağmurunun kokusuydu sonbaharda esen rüzgârdan
tattığım. Kurulan cümlelerin anlamsız olduğunu ancak ağacın dökülen
yapraklarını avuçlarımda ufaladığımda anladım. “Anladım” sandığım pek çok şeyin
beyin karmaşasından doğduğunu öğrendiğimde ise artık çok geçti. Yıkılmış bir
kalbin ardında zedelenmiş bir güven, kırılmış bir onur saklıydı. Neydi şimdi
geri gereken şey? Giden sevgili mi, götürdükleri mi? Hangisi daha olurdu alt
üst olmuş bir hayatta? İkisine de anlam yüklemeyi bıraktığımda daha aydınlık
bir güne uyanacağımı geç de olsa öğrenmiştim. Öğrendiğim onca şeyin arasında
söylenmemesi gereken sözlerin nasıl da bir “an”lık öfkeyle dışarı çıktığını;
çıktığında ise tıpkı bir dozer gibi önüne gelen her şeyi yıkıp geçtiğini ve
sonunda paramparça anıların kaldığını görmek, artık günah olmaktan çıkmıştı. Günahsız
bir neslin çocukları da ancak ve ancak bu kadar günahsız olabilirdi. Aldıkları nefesin
borcunu ödemek başka bir bahara kalmışken; ben, yazın ortasında sonbaharı yaşıyor,
dökülen yaprakları temizliyor ve yeniden baharın gelmesini dört gözle
bekliyordum. Ama bu sefer sadece baharı istiyordum… Getirdiklerine aldırış
etmeden, getirenini görmezlikten gelerek… Sadece baharın gelmesini istiyordum
elimde geçmişten kalma solgun kırmızı güllerle. İşte o gün gökyüzü daha mavi,
güneş daha parlak, deniz daha berrak ve ben daha fazla günahlarımdan arınmış
olarak yeniden doğacağım. Bahar için yaktığım tüm ağıtları bir kenara bırakıp,
yeni bir aydınlığımı karanlığa çevirmek için nefes alacağım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder