11 Kasım 2013 Pazartesi

YALNIZLIĞI KORKUTAN ADAM

Eskimiş zamanın eskimiş köşesinde dizleri karnında beklerken yaşadığı bilmem kaç yıllık ömür küflü bir peynir gibi kokuyordu loş ışıklı, biraz dumanlı odasında. Dilinde yıllanmış birkaç kelime, ruhunda izlerle gözlerini diktiği köşe büyüyor, büyüyor ve daha çok büyüyordu. Saçları ona küsmüş, büyük bir hüsranın depremzedeleriydi. Elinde kalan bir parça umut da sonsuz yeşilliklere uçuvermişti. Yeşil… Zümrüt yeşili gözlerdi umudun en güzel kızı. Uzun karamel saçları aheste aheste süzülürken havada, rüzgar bile kıskanır da esmek istemezdi adeta. Zayıf beline taktığı kemer kraliyet tacı, saçının tokası yıldızlardan bir parçaydı. Dudaklarının arasına gizlenmiş kelimeler kifayetsiz; yorgun, bilge bir dervişin ağırlığındaydı. Zamanın parçası olmuş yorgun ten hala beyaz, hala pürüzsüz, hala saftı. Bir bebek kadar saf ve masum… Bir güneş kadar parlak ve sıcak… Bir mutluluk kadar değerli ve kırılgan… Beyaz teni gökyüzünün en nadide ışığı, çiçeklerin en güzeliydi. Kokusu vardı derinlere işleyen. Öperken kokladığın kokladıkça öpmeye doyamadığın kokusu. Zihnine taht kurmuş, en güzel hayallerin, en güzel kelimelerin yazarı kokusu. Dokunuşuna sinen kokusu… Ve dokunuşu vardı zümrüt yeşili gözlerin. Kalbe dokunuşu, ruha dokunuşu, özgürlüğe dokunuşu… Kanatlarını çırparken azimle varlığın değerini bildiren, sonsuzluğa mest ettiren dokunuşu. Yumuşak bir ezgi gibi, sade bir kahve gibi… Sert ama içten, sert ama sıcak, sert ama yumuşak…
Kimsenin bilmediği, kimsenin tanımadığı, kimsenin umursamadığı, yalnızlığın en iyi arkadaşına dokunmuştu kadın. Geceleri sessizce sayıkladığı yatağın hemen sol köşesine pusu kurmuş, zümrüt yeşili gözleriyle aydınlatmıştı karanlığı. İçilmeyen kahvelerini boşaltmış, kirlenmiş çamaşırlarını bir araya getirmişti. Sızlayan başına bir masaj, belki de bir öpücük kondurmuştu titrek nefesiyle. Yorgun zamanlarının ilacı, sessizliğin dili oluvermişti kadın. ilk defa yıktığı tabuların parçalarını birlikte toplamışlardı. Acının adı aşk, sevincin adı sevgi olmuştu. sevişmeler gece boyu belki de ömrünün tümüne değiyordu. Ayaklarının soğukluğunu, kadının teniyle ısıtmış; kalbinin yalnızlığına kadın yaver olmuştu. ruhunu çekip çıkartmıştı adamın kaybolduğu çöplüklerden. Çöplükler soğuk ve kötü kokulu, çöplükler dar ve sonsuz… İçinde bin bir türlü küflenmiş düşüncelerle dolu çöplükler. Var olmanın yahut yok olmanın birbirine benzediği çöplükler. Kimsenin elini uzatıp da tutmadığı, tutsa bile iğrendiği o kahrolası çöplükler! İnsanın içinde biriken, atmadıkça çoğalan, paylaşmadıkça büyüyen siyahlarla örülü çöplükler. Düşüncelerden oluşmuş, kokuşmuş oluşumlar… Hayatı darmaduman bir adamın sığınabildiği bir liman, başını sokabildiği bir evdi eskiden. Ne kadar eskidendi? Zümrüt yeşili gözleri görene kadar… O yeşildi ki huzurun adı, o yeşildi ki maneviyatın beyaz atlı prensiydi. Gülümsemelere anlam katan, sevince huzur, huzura mutluluk katan yeşil. Birinin her şeyi olabilen, hayallerinin ev sahibi, kalbinin sahibesi ve ruhunun… Ruhun hiç bitmeyen mısrası… Dinledikçe keyif veren şarkısı… Peki ya şimdi nerede?

Şimdi bilinmeyen bir şehirde, belki bilinmeyen bir adamla mı beraber? Bir mektup bile bırakmadan, vedanın hain yüzünü göstermeden, parçalara ayırdığı hisleri toplamadan mı gitti? geride bıraktığı anılar hüzünlü bir masal, sindirdiği kokusu en ağır ceza… Sesinin tınısı özlem dolu bir dost, dokunuşu… Ah o dokunuşu! Tarifsiz bir doku, uzaklarda bir yerlerde kaybedilmiş dokunuşu… Paramparça olan hayallere dokunuşu… Ruhun esir düştüğü eski düşman bile korkuyordu artık. Özlemler ve yitirilenler bir bıçak gibi saplanıyor bedenine, etten vücudu kıyılıyor da ölmüyordu. Beyni allak bullak bir adam, sonsuzluğun içinde kaybolurken düştüğü çukurun sonu gelmiyordu. Çöplüklere yeniden dönmek naçiz yüreğinde ateşten bir kor, yılmış ruhunda ise isyandı. Yalnızlık değildi yaşadığı… Yalnızlık olsa, üç beş rakı masasıyla dans eder, bulanık kafaların eşliğinde geçirirdi kalan zamanını. Yalnızlık olsa acıtmazdı aldığı nefes, üşümezdi elleri karanlıkta. Yalnızlık olsa ağlamazdı ruhu sessiz köşelerde, kaçınmazdı tenhalardan… Yalnızlık bile uğramamıştı adama… Adam derbeder, adam bir başına ve çaresiz. Elinde olsaydı eğer, tuttuğu ellere sımsıkı sarılır, ölene kadar bırakmazdı. Adam yalnız bile değildi artık… Yalnızlık korkak bir kedi gibi baş gösterememişken ruhuna, ruhu kalbinin peşine düşmüş; kalbi ise zümrüt yeşili gözlerde kalmıştı…  

Hiç yorum yok: