Eskimiş zamanın eskimiş köşesinde dizleri karnında beklerken
yaşadığı bilmem kaç yıllık ömür küflü bir peynir gibi kokuyordu loş ışıklı,
biraz dumanlı odasında. Dilinde yıllanmış birkaç kelime, ruhunda izlerle
gözlerini diktiği köşe büyüyor, büyüyor ve daha çok büyüyordu. Saçları ona
küsmüş, büyük bir hüsranın depremzedeleriydi. Elinde kalan bir parça umut da
sonsuz yeşilliklere uçuvermişti. Yeşil… Zümrüt yeşili gözlerdi umudun en güzel
kızı. Uzun karamel saçları aheste aheste süzülürken havada, rüzgar bile
kıskanır da esmek istemezdi adeta. Zayıf beline taktığı kemer kraliyet tacı,
saçının tokası yıldızlardan bir parçaydı. Dudaklarının arasına gizlenmiş
kelimeler kifayetsiz; yorgun, bilge bir dervişin ağırlığındaydı. Zamanın parçası
olmuş yorgun ten hala beyaz, hala pürüzsüz, hala saftı. Bir bebek kadar saf ve
masum… Bir güneş kadar parlak ve sıcak… Bir mutluluk kadar değerli ve kırılgan…
Beyaz teni gökyüzünün en nadide ışığı, çiçeklerin en güzeliydi. Kokusu vardı
derinlere işleyen. Öperken kokladığın kokladıkça öpmeye doyamadığın kokusu. Zihnine
taht kurmuş, en güzel hayallerin, en güzel kelimelerin yazarı kokusu. Dokunuşuna
sinen kokusu… Ve dokunuşu vardı zümrüt yeşili gözlerin. Kalbe dokunuşu, ruha
dokunuşu, özgürlüğe dokunuşu… Kanatlarını çırparken azimle varlığın değerini
bildiren, sonsuzluğa mest ettiren dokunuşu. Yumuşak bir ezgi gibi, sade bir
kahve gibi… Sert ama içten, sert ama sıcak, sert ama yumuşak…
Kimsenin bilmediği, kimsenin tanımadığı, kimsenin
umursamadığı, yalnızlığın en iyi arkadaşına dokunmuştu kadın. Geceleri sessizce
sayıkladığı yatağın hemen sol köşesine pusu kurmuş, zümrüt yeşili gözleriyle
aydınlatmıştı karanlığı. İçilmeyen kahvelerini boşaltmış, kirlenmiş çamaşırlarını
bir araya getirmişti. Sızlayan başına bir masaj, belki de bir öpücük
kondurmuştu titrek nefesiyle. Yorgun zamanlarının ilacı, sessizliğin dili
oluvermişti kadın. ilk defa yıktığı tabuların parçalarını birlikte
toplamışlardı. Acının adı aşk, sevincin adı sevgi olmuştu. sevişmeler gece boyu
belki de ömrünün tümüne değiyordu. Ayaklarının soğukluğunu, kadının teniyle
ısıtmış; kalbinin yalnızlığına kadın yaver olmuştu. ruhunu çekip çıkartmıştı
adamın kaybolduğu çöplüklerden. Çöplükler soğuk ve kötü kokulu, çöplükler dar
ve sonsuz… İçinde bin bir türlü küflenmiş düşüncelerle dolu çöplükler. Var
olmanın yahut yok olmanın birbirine benzediği çöplükler. Kimsenin elini uzatıp
da tutmadığı, tutsa bile iğrendiği o kahrolası çöplükler! İnsanın içinde
biriken, atmadıkça çoğalan, paylaşmadıkça büyüyen siyahlarla örülü çöplükler. Düşüncelerden
oluşmuş, kokuşmuş oluşumlar… Hayatı darmaduman bir adamın sığınabildiği bir
liman, başını sokabildiği bir evdi eskiden. Ne kadar eskidendi? Zümrüt yeşili
gözleri görene kadar… O yeşildi ki huzurun adı, o yeşildi ki maneviyatın beyaz
atlı prensiydi. Gülümsemelere anlam katan, sevince huzur, huzura mutluluk katan
yeşil. Birinin her şeyi olabilen, hayallerinin ev sahibi, kalbinin sahibesi ve
ruhunun… Ruhun hiç bitmeyen mısrası… Dinledikçe keyif veren şarkısı… Peki ya
şimdi nerede?
Şimdi bilinmeyen bir şehirde, belki bilinmeyen bir adamla mı
beraber? Bir mektup bile bırakmadan, vedanın hain yüzünü göstermeden, parçalara
ayırdığı hisleri toplamadan mı gitti? geride bıraktığı anılar hüzünlü bir
masal, sindirdiği kokusu en ağır ceza… Sesinin tınısı özlem dolu bir dost,
dokunuşu… Ah o dokunuşu! Tarifsiz bir doku, uzaklarda bir yerlerde kaybedilmiş
dokunuşu… Paramparça olan hayallere dokunuşu… Ruhun esir düştüğü eski düşman
bile korkuyordu artık. Özlemler ve yitirilenler bir bıçak gibi saplanıyor
bedenine, etten vücudu kıyılıyor da ölmüyordu. Beyni allak bullak bir adam,
sonsuzluğun içinde kaybolurken düştüğü çukurun sonu gelmiyordu. Çöplüklere
yeniden dönmek naçiz yüreğinde ateşten bir kor, yılmış ruhunda ise isyandı. Yalnızlık
değildi yaşadığı… Yalnızlık olsa, üç beş rakı masasıyla dans eder, bulanık
kafaların eşliğinde geçirirdi kalan zamanını. Yalnızlık olsa acıtmazdı aldığı
nefes, üşümezdi elleri karanlıkta. Yalnızlık olsa ağlamazdı ruhu sessiz köşelerde,
kaçınmazdı tenhalardan… Yalnızlık bile uğramamıştı adama… Adam derbeder, adam
bir başına ve çaresiz. Elinde olsaydı eğer, tuttuğu ellere sımsıkı sarılır,
ölene kadar bırakmazdı. Adam yalnız bile değildi artık… Yalnızlık korkak bir
kedi gibi baş gösterememişken ruhuna, ruhu kalbinin peşine düşmüş; kalbi ise
zümrüt yeşili gözlerde kalmıştı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder