“Üzgünüz çünkü” diye bağırdı yaşlı profesör. Titreyen elleri
senelerin gazabına yenik düşmüş, buruş buruş teni yaşanmışlığın darbesiyle
solmuştu. Son kez çıktığı kürsüden sesleniyordu… Gözleri kısık ancak bakışları
keskindi. Kamburu çıkmış ancak gururu dimdikti. Onlarca yılın verdiği yükün
altında kalan bedeni son bir direniş için değil üzüntüsünü dile getirmek için
sağlam duruyordu. Titreyen elini kürsüye koydu ve tekrar bağırdı. “Üzgünüz
çünkü…” Cümlesini devam ettirmek için ihtiyacı olduğu gücü derin bir nefes
alarak sağladı. Kendisine meraklı gözlerle bakan onlarca genç insana mahcup
olmamayı değil kendisine mahcup olmamayı diledi ve tekrar seslendi. “Üzgünüz
çünkü göremedik zamanın akıp gittiğini. Bilemedik elimizde olan bir saniyenin
bile değerli olduğunu ve saliselerin bile geri alınamayacağını. Ömrümüzü tükettik
bir hiç uğruna, gençliğimizi verdik şu tahta oturaklara… Ne geceleri çürüttük
elde edeceğimizin sıfır olacağını bile bile ve ne gözyaşları döktük bir parça
mutluluk uğruna. Mutluluğu hep dışarıda aradık sanki yanı başımızda
değilmişçesine. Hep başkalarına suç bulduk bizi mutlu etmediler diye. Aşık da
olduk, aşık olunan da… Kalbimiz de kırıldı, kalplerini kırdığımız da… Sonra
biri çıktı karşımıza şöyle tam kafamıza göre dedik ve bir hayalin peşine
takıldık. Hayal bizden kaçtı, biz hayale koşmaktan bıktık. Yapmak istediklerimiz
hep dilde kaldı da bir adım atamaz olduk. Kabullendik içinde bulunduğumuz
durumu vazgeçtik savaştan. Olmayı hayal ettiğimiz kişi bir yabancı oluverdi bir
anda ve bir daha çıkmadı karşımıza. Belki de korktuk hayallerimizden. Öyle büyük
değillerdi ama hayallerdi işte. Belki de gerçekleşmesini istememeyi hayal ettik
hep. Belki de bizim hayalimiz bir hayalimizin olmasıydı da bilemedik ne
istediğimizi. Bir ip geçirdik boynumuza kısıtladık kendimizi. Sınırlar çizdik
başka hayatlarla aramıza. Zaman geçtikçe sınırları çoğalttık şu kısa ömrümüzde.
Ön yargılarımız oldu aniden ve hüküm giymeye/giydirmeye başladık bir anda. Üç kuruşluk
nefesimizi bir başkasının nefesinden değerli kıldık. Egolarımızı doğurduk hiç
beklemediğimiz anda. Mutluluklarımızın önümüze geçmesine izin verdik. Etrafımızdaki
kalabalığı egolarımızla yıkarken sonumuzu hiç düşünemedik. Elimizde neyin
kalacağını bilemeden harcadık gitti şu ucuz ömrü. Ne sevmeyi bildik zamanı ne
de zamanın bizi sevmesini… Üzgünüz çünkü uyumayı çok sevdik biz. O sıcacık
yatağımızda vakit öldürmeyi, giden günü umursamamayı çok sevdik… Sanki
istediğimiz anda geri kazanacağımızı düşünerek… Boş umutlar, boş hayaller, boş
bir ömür… Gittikçe kırışan bir ten, gittikçe çöken bir beden ve işte hasretler
içinde bir ruh. Geriye kalan zaman artık geride kalanı getirmeyecek aksine olanı
da götürecek… Üzgünüz çünkü kırdığımız kalplerden özür dilemek için bile bir
adım atmadık. Üzgünüz çünkü kırdığımız kalplerden özür dilemek için bile çok
geç…” dedi ve kürsüden indi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder